11 Mart 2014 Salı

Öğrenmeyi Öğrenememek Ya da Öğrenmemeyi Öğretmek Hakkında...

Öğrenmekten murat nedir diye kendi kendime sorar dururum. Mizaç itibariyle öğretilmeye-dayatmalara direnir olsam da şu anda okumakta olduğum Joel Spring'in "Özgür Eğitim" kitabının da bu sorgulamada payı var kuşkusuz.
Bana göre insan öğrenmeyi istemelidir. Bir konuyu ya da sorunun çözümünü merak etmeli ve cevaplarını bulmak için araştırmalıdır. Öğrenmenin bir ihtiyaç olduğunu fark etmeli, herhangi bir ihtiyacını tatmin etmenin yollarını da deneye-yanıla öğrenmelidir. Burada tecrübelerden faydalanmak da gerekli değil midir sorusu akla gelebilir. Ona da kendimce şöyle bir çözüm buldum; ilgimi çeken bir konuda tecrübeli biri varsa onu dinlerim sonra araştırma sürecim başlar, elde ettiğim sonuçlarla dinlediklerimi harmanlar ve kendi terkibimi bulurum.

Joel Spring kitabında farklı akımların öğrenme felsefelerinden alıntılar yaparken J. Jack Rausseaou' nun  Emily'sinden " arkadaşlarından davet mektupları alıyordu, mektupları anlayabilmek için okumayı öğrenmeye ihtiyaç duydu" diye bahsediyor. Günümüzün öğretim süreçlerine baktığımızda bu kadar kendi haline bırakmaya gerek var mı diye düşünmeden edemiyor insan. Zaten çocuklarımız kişisel bakım-temizlik işlerini bile kendi kendine yapmaktan aciz olduğu yaşlarda "Milli Eğitim" adı altında okullara alınıyorlar. Günümüzde zorunlu hale gelen adı 'anaokulları' nın isim tercihi de düşündürüyor beni. Bu, çocuğun imkanlar dahilinde anneden öğreneceklerini devralan bir mekanın sembolü müdür yoksa? Mecburiyetleri her zamanki gibi konu dışında tutuyorum ki o alan benim haddim olmayacak kadar geniştir. Zaruret olmaksızın bir modaya kapılıp, küçücük çocukların süregelen, öğreten, yaşatan, merak ettiren, koruyan bir ev hayatından koparılıp ehliyeti tartışmalı (profesyonel olmaları ölçü değil bana göre) yabancı ellere eğitilmek üzere teslim edilmeleri ne kadar acıklıysa evinin içinde televizyona terk edilmeleri de o kadar hazindir. 

Bu artık neredeyse bütün gençlik yıllarının sarf edildiği uzun ve yorucu bir yolculuktur. Bu yolculukta çocuk nasıl olduğunu bile anlayamadan önce anne kucağından sonra saatlerini okulda geçirdiği için sıcacık yuvasından uzaklaşıyor, boyundan büyük ve malesef çoğu kere gereksiz yüklerin altına giriyor. Yaş büyüdükçe yol çetrefilli hallere bürünüyor. Her yıl değişen öğretim sistemi sadece eğitim sürecini sekteye uğratmakla kalmıyor, hem ailede hem de çocukta endişeye sebep oluyor. Ben de aynı yollardan geçip nihayet üçüncü üniversitemden de diplomamı aldığımda durup "e ne oldu şimdi, bundan sonra ne olacak, mutlu muyum, layık mıyım, ehil miyim?" diye sordum kendime...

Yıllar sonra kendi istediğim, merak ettiklerime cevap aramak için okuduğum kitaplardan anladım ki; bu yaşadıklarım kocaman bir hayalmiş..
Üniversite sınavına hazırlanmaya başlayana kadar ki öğrencilik hayatım boyunca hiç ilgim olmadığı halde bilmeye mecbur olduklarım o kadar gereksiz geldi ki bana, merak etmeye, soru sormaya, araştırıp tatbik etmeye yönelik hevesim söndü ve zaten vaktim de yoktu sınırların dışına çıkmaya. Benim ilgi alanımı, kabiliyetlerimi, sınırlarımı, hayallerimi bilmeyen, anlamayan üst merciler yaygın eğitim anlayışıyla genele yönelik müfredat belirlediler. Bilmemiz gerekenler ders kitaplarımız ve öğretmenlerimizin ufkuyla sınırlıydı. Ben hep sınava üç gün kala ders çalışan ve sonunda başarıyla geçen bir öğrenci oldum ve bu halimle İstanbul'un hatırlı üniversitelerinden havalı diplomalar aldım. Ama sonunda bütün bunlara ihtiyacım var mıydı, diye sordum kendime. 
Üniversiteye hazırlanma sürecimde de pasif bilgilenmeyi yaşadım. Dershanelerin yönlendirmeleriyle kendi içinde mantığı olan soruları çalıştım. Sistemli soru çözmeyi kavradım. Ve üç saatte bütün bildiklerimi cevap kağıdına döktüm çıktım. Bitti... Bu kadar... O konuları hiç merak etmediğim ve hayatımın hiçbir yerinde kullanmadığım için genel kültür olarak bile kalmadılar zihnimde. Yıllar içinde hepsini unuttum. 


Bütün bu sebeplerle, insanın ancak uygulamasını yapabileceği, hayatında bir yere oturtabileceği bilgiyi özümsediğini, ezberlemekten çıkarak fark ettiğini, aslında bu şekilde daha hızlı ve kolay öğrenebildiğini düşünüyorum. Hiçbir mecburiyet kalıcı sonuçlar doğurmuyor...
Bu fikirlerime son örneği de ehliyet alma sürecimde yaşadım. Bildiğiniz gibi ehliyet almak için bir kursa kaydolmak zorundasınız. Yani M.E.B. e müracat edip 'işte benim sicilim, evraklarım, bana sınav yapın, liyakatimi ölçün, ehliyet alayım' diyemiyorsunuz. Kayıt olduğunuz kurs da itibarıyla para kazandığı için ne kadar çok kişiye ehliyet aldırırsa o kadar prim yapıyor. Sosyal sorumluluk, kişisel farkındalık oluşturma, ehliyetin gerçekten ehlî olup olmama ölçüsü olduğu gibi meseleleri hiç önemsemiyorlar. Ben çalıştığım konulardan sonra yaya olarak trafiğe çıktığımda sürücülerin yaptığı yanlışları çok rahat görebildim. Yani o 'ehliyeti bakkaldan mı aldın?' sorusu çok anlam kazandı benim açımdan. Sınava bir hafta kala gittiğim kursta eğitmene konularımı bitiremedim, bana üç konu söyleyin ona çalışayım dediğimde aldığım cevap bu yazının da özeti niteliğindedir;

"Konu çalışmanıza gerek yok, sadece çıkmış soruları çözün ve cevapları ezberleyin. Biz zaten kurum olarak son on yılın sorularını taradık ve gördük ki cevapların yüzde doksanı olumlu yönlendirme. Lütfen dikkatli okuyun ve yanlıştan doğruya gitmeye çalışın..."
Güya bana ve diğer kursiyerlere yardım eden bu anlayış aslında sistemin çarpıklığının da ifşası değil midir? Öğrenmeye gerek yok, işini gör yeter.....   :-((



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder