Derginin ilk sayısında, “2000’ li
yılların Türkiye’sinde duyguların tarihini yazmaya talibiz… diyerek açılış
yapıyordu Genel Yayın Yönetmeni Fatma Barbarosoğlu. ‘Evden uzakta eleştiri’
yapmaya meyyal konformist zihinlerimiz için, gündelik hayatı yorumlayan, şahsi
muhasebesinin devamlılığını sağlamayı ideal edinen, ayaklarımızın altından
hergün biraz daha kaydığını hissettiğimiz zeminin ruhunu yorumlayan çizgisiyle
aslında pek de ‘işimize gelir’ bir iş değildi Nihayet. Siyasi gündemlere
takılıp ah vah etmek, genel geçer hadiseler üzerinden eleştiriler inşa edip
‘derdi var-mış’ gibi davranmak kolay, kendi gündemini inşa eden farklı seslere
kulak vermek, toplumumuzun orijinal insanlarının farkına varabilmek zordu. Üstelik
Fatma Barbarosoğlu’nun dikkat çektiği ‘marka kardeşliği’ zihinlerimize
yerleşmiş, ekran bağımlısı olarak edilgen, konuşurken öneri sunamayan, sadece
tenkite kilitlenmişken biz…
Dergi okuyucuya sunduğu perspektiflerle
yeni ufuklar açtı. Bir yandan özeleştirişiz oldukları için ayakları Türkiye’ye
değil, steril mekanlara ve markalara basanlar çoğalırken diğer yandan, satırlar
aracılığıyla dünyalarına dahil olunan yazarlar-resimleriyle bile hayaller
kurduran güngörmüşler, hızı kesen/ ‘an’ı yücelten röportajlar… Başından sonuna
kadar Nazife Şişman’ın ve Fatma Barbarosoğlu’nun tecrübesinin hissedilişi.. Hemen
hiçbir sayı kısa sürede bitmiyor. Bazen okuyucu kasıtlı olarak bitmesini
istemiyor bazen bir tek yazı bile günlerce hayalden hayale sürüklüyor.
Yazarların çoğunun kadın olması
dergiyi bir “kadın dergisi” kategorisine sokmaya yetmiyor. Hem ele alınan
meselelerin önemi hem derginin omurgasını oluşturan kadronun
seyretmek-gözlemlemek için durduğu nokta, dergiyi meselesi olan herkesin
okuyabileceği yerde konumlandırır.
Dergi genel olarak aslında hep
konuşmayı-okumayı sevdiğimiz hatta bazen pelesenk haline gelmiş mevzuları
farklı yerlerden tutuyor.
Böylece
‘Nihayet’ bir yaşını doldurdu…
Dergiyi genel çizgileriyle tarif
etmek gerekirse; nesnelerin mahrem tarihi, hayatımızın içinden, evi yuva yapan
nedir?, babaannem diyor ki, annemden bana kalan isimli dosyalarıyla her sayıda
farklı biriyle sohbet ediyor ve her ay başka eşya-nesne üzerinden geçmişimizden
fotoğraflar sunuyor. İnceliğin formülü, nihayet mutfak ve bu bir reklamdır
köşeleriyle ters köşeye yatırıyor okuyucuyu.
“Babaannem diyor ki” bölümü
atasözleri ve deyimlerin bol bol kullanıldığı, anlamlarını pekiştirmek için
hayatın tam merkezinden örneklerin sunulduğu ve bunları da “sen anlamazsın,
devir değişti” denilen büyüklerin zamanla haklı çıkışları üzerinden yansıtır
okuyucuya.
“La ve İlla” bölümlerinde
gündelik hayata dair meselelerimizde bazen karşı cinse doğru savurduğumuz iç
seslerimizi bazen de tecrübeli gözlerin kadın ve erkek kimliklerine karşı
önyargısız-tarafsız eleştirilerini buluruz.
“Hayatımızın Hikayesi” ilk
sayısının kapağı olmakla birlikte her sayının içinde ayrı bir bölümdür ve o ay
gündemi meşgul eden/etmesi gerektiği halde edemeyen bir konu seçilir, bununla
ilgili bir hikaye-öykü seçilir. Derginin yazarları tarafından tartışılır ve
böylece bir hikaye birden çok bakış açısıyla anlamlandırılır.
Bir yılda çok şey söyledi Nihayet.
Özetlemek zor mu zor. Yazan için bir tekrarın daha titiz incelemelere kapı
açmasının yanı sıra, okuyucuya genel bir fikir vermesi açısından her sayıdan
bir parmak bal sunmak gerek belki de.
“Hayatımızın hikayesi” temasını
işliyor ilk sayıda dergi. Kapak fotoğrafı manidar; bir fanusun içinde bir küçük
balık. Ve fanusun diğer tarafından kırık dökük evler yansıyor bu tarafa. Her
yer karanlık fakat tepeden bir ışık sızıyor.
Hayatın kitaplara bir türlü
uymadığını anlatan hikaye bu sayıda iki arada bir derede annecilik oynamaya
çalışan kadınların ve onların çocuklarının sıkıntılarını yansıtır bize. Çoğu
kez iş hayatının yükünün ağırlığından bazen ise keyfi olarak tek çocukla
yetinen aileler örneklendirilir, satır aralarında yürekler sızlatır belli
belirsiz.. Çok çocuklu aile olmak gönül işidir, mesleği-maddi durumu ne olursa
olsun, karı koca bu işe niyet etti mi, tatlı tatlı, olabildiğince az sorunlu
çocuklar yetiştirebilir pekala. Çocuklarıyla gerçekten vakit geçiren
anne-babaların çocuklarına bir tek ama muhteşem bir şey öğretmiş olduklarının
altı çizilir; Çocuğun kendi özgün sesini buluşunda cesaretli olmayı! Ve annelerin,
mesai şartlarını çocuklarına göre ayarlayamadan çalışmak zorunda kalmasının bir
neticesi olan tam mesaili büyükannelerin yeni hayat tarzları, bir annenin
çalışmasının birkaç ailenin düzenini birden değiştirmesi ele alınıyor.
“Sirke Yapamayan Erkekler”
dosyası ikinci sayının kapağı yapılmış. Bu serzeniş belki biraz da, sürekli
radarlarını kadınların eksikliklerine, yapamadıklarına yönlendiren erkeklere
iğneyi de kendinize batırmayı unutmayın, demek içindir. Bu dosyadaki en tesirli
şeylerden biri sirkencubindir ki yazar da bu nefis içeceği Mevlana’nın
Mesnevisi ile tanıdığını nakleder. Mevlana sirkencubini şöyle tarif eder;
“Kahır sirkedir, lütuf da bala benzer. Sirkencubinin temeli bu ikisidir. Bal,
sirkeden az oldu mu, sirkencubin iyi olmaz.” Böylece kötülük arttıkça iyiliği
daha da artırmanın zaruretini de anlatmış olur.
“Aşkın tahammül sınırı”nı çizmeye
çalışan psikiyatrist Kemal Sayar, sevmeyi, sevmenin pratiğini, aşkın dile düşüş
tarzını, ruh yorgunluğumuzun sebeplerini ve öngöremediğimiz neticelerini
Ayşegül Nalçacı’ya izah ediyor; “Hepimiz insanız ve teessür hissine sahibiz.
Yeisin olmadığı yerde umut olmaz. Üzüntünün, kederin olmadığı yerde sevinç de
olmaz. Bütün bunlar insanlar içindir ve inanan insanı bir tabiat üstü varlık
olarak, bir süper erkek veya süper bir kadın olarak tanımlamak bühtandır”
diyerek ümit vadederken ikaz ediyor.
Üçüncü sayının konusu
“yürümek/yol almak” üzerinden vakit idraki. Bu yolculuğa kah imtihandan
imtihana koşan lastikçi Halime dahil oluyor kah yorgun ev kadınları.. O
kadınlar ki; hafakanlar, iç hesaplaşmalar, cefakar anne, anlayışlı eş, uyumlu
gelin, canayakın komşu kimliklerinin çemberinde bocalayışlar,
anlaşılamayışlar.. Yazar, kadının iç sesine tercüman olup şöyle diyordu:
“Okuduğu hiçbir kitap yardım etmiyordu ona. Ne Tolstoy, ne Kafka, ne Marks.
Tahsili ve birikimi güçlü kılmıyordu onu insanların arasında.” Ve insan dijital
sırdaşlığa teslim oluyordu yavaş yavaş…
Dördüncü sayı… iyilerin her zaman
kazandığını ve kazanmaya devam edeceğini ispatlar nitelikte bir dosya
hazırlığıyla geliyor önümüze. İyiliğe önem atfeden ve iyilik yapanın asla
kaybetmeyeceğinden dem vuran en önemli ve öncelikli kültür öğemiz masallardı
değil mi? Çocukluğumuzdan itibaren zihnimize kazınan masallar nasıl da edebi,
ahlakı, güzel hasletleri harmanlar ve ‘onlar ermiş muradınaa…’ yla biterdi de
anlatan da dinleyen de mutlu olurdu. Dergi, dünyada giderek yükselen ilgiyle
masala kaçmanın bin yolunu, masalsız kalmanın sonuçlarını ve meddahlık
serüvenine çıkanları gösteriyor bize. Ve her biri ayrı hikayeler barındıran ev
hanımı, öğretmen, doktor, öğrenci, bilişimci örneklerinden iyilik yolculuğu…
Beşinci sayıda.. emek ve sabır
kelimeleri bir araya gelince genelde anne hatırlanır. Ama dergiye misafir
edilenler sadece doğurduklarına değil doyurduklarına sahip çıkan hatta koruyucu
annelik yapanlar. Üvey olduğu hiç anlaşılmayan kadınlar Tolstoy’un “insan ne
ile yaşar?” hikayesini hatırlatıyor adeta. Fabrika kızları örneğinden hareketle
emeğin pazarlandığı sektörlerin yaşadığı sıkıntılara değiniliyor. Helal lokma
hassasiyetinin Peygamber efendimiz zamanından bugüne kadar yaşadığı süreç anlatılıyor.
Altıncı sayısı için erkekler baba
yönleriyle dosya konusu seçilmiş; “Kader ile keder arasında babalar” Derginin
gayesi unuttuklarımızı hatırlamak ve hatırlatmak olunca da gökdelenlerin
arasındaki mahya ile okuyucunun hafızasında saklı duran ‘baba yaslandığın
dağdır’ düşüncesi-tavrı tekrar gündeme taşınmaya çalışılıyor. Nazife Şişman’ın
“Hegamonik’ten kırılganlığa uzanan çelişkili yol” daki yeni erkek modelini
anlatan yazısıyla bankamatik ya da yangın tüpü konumuna düşen babaların bu
serüvenini okuyabiliyoruz. “Kaderine oğul kederi düşen babalar” isimli
incelemede Edebiyat Tarihimizin en önemli isimlerinin oğullarıyla imtihanına
şahit oluyoruz.
Yedinci sayının terkibi “post
modern zamanlarda dost modern müminler” üzerine. Barbarosoğlu’na göre ‘dost
modern kavramı, kadim ruhu modern teknoloji içinde yaşatma hassasiyeti’ dir.
Dergi dostmodernliği dünyanın şahit olduğu onca acıya rağmen bayramları ibadet
şuuruyla yaşayan müminlere, çalışma disiplinini, imkansıza yönelik gayreti
ahlaki bir vebal olarak gören mütefekkirlere, çoluk çocuğunun mesuliyetine
ilaveten Kutsal Topraklar’ da hizmet etmeyi kendine düstur edinen hanımlara
dayandırır örneklerle.
Sekizinci sayının önümüze
getirdiği konu ‘moda ve sosyal medya
kıskacında düğünler’ ve ‘tek hayali gelin olmak olan genç kızlar’ ın
hayallerini, damatsız düğünler pahasına gerçekleştirme çabasındaki aileler. Bu
sayıda düğünlerin kıtalar aşan ihtişamından da örnekler bulmak mümkün
gelinliğin kısa tarihinden de. Bir tarafta ‘kadim usulleri bir kenara bırakıp
modern tekliflerle’ evlilik oyununa adım atanlar gösterişlerini aşırı
beklentilerine kılıf yapa dursun, diğer tarafta ‘gelecekmişim, görecekmişim’
diyerek yuvasına ailesine sahip çıkmanın hikayesi anlatılır.
Dokuzuncu sayıda, Nazife
Şişman’ın ifadesiyle ‘hemen herkese kendini dismorfik, çirkin hissettiren
endüstriyel güzellik baskısı’ nı, ‘Yaradan güzeli sever¸ yarattığı her şeyde
güzellik var’ inanışından ayırt etme kaygısını okuyabiliyoruz. Kadınların
güzellik arayışlarının sınırları ise, sağlıklarını riske atmak uğruna kendinde
olmayanın peşinde koşmak olarak özetleniyor. Güzellikleri tescillenir
tescillenmez sağır kulaklara mahkum, dile pelesenk olanların hazin hikayelerine
şahit olmak hayrete düşürüyor okuyucuyu. Güzelliği her manasıyla kendisinde
toplayan ve peygamberine tam itaatle sahip olduklarını tereddüt etmeksizin feda
eden Hifa Hatun’un kıssası ise ‘güzelliğin bittiği zamanlar’ da yaşayanlara
ibret niteliğinde.
Onuncu sayıda, ‘Bize her yer
okul’ teması çerçevesinde, bahçesiz okulların ucubeliğini, bahçeleriyle meşhur
eski okulları, ‘bir ağaca sarılmamış bir çiçeği koklamamış çocuklar’ ın
talihsizliğini de okuyoruz, ‘Eğitimin zamanı ve mekanı yok’ düsturunu
yuvalarında tatbik eden ‘valide mektebi’ icracısı annelerin mücadelelerini de. Dünya
okulundaki eğitim usulü; öğretmek değil çocuklarımızın gözleri önünde hayatı
yaşamak…
On birinci sayının kapak konusu;
“Kamusal Alanda Müslüman Erkekler”. Fatma Barbarosoğlu dergi konusunu
belirlerken gözlemlediklerini anlattığı giriş yazısında, çiftlerin kıyafetleri
arasındaki ifade uyumsuzluğunun sadece giysi tercihleriyle sınırlı olmadığını
belirtir. Tanzimat’tan günümüze erkek kıyafetlerindeki değişimi, işlevsel
ayrıntılardaki sadeleşmenin yerini mahremiyet ifşası ve lükse meyletmeye
bıraktığını derginin sayfaları arasında bulabiliriz. Dizi oyuncularının
dilinden, giydikleri kostümlerle bile hal ve tavırlarının değiştiğini duymak
şaşırtıcı olmuyor böylece.
On ikinci sayı.. İnsanın normal
olarak yapıp eksiklerini tecrübe edinerek ya da ya da tecrübelileri dinleyerek
tamamlayabileceği davranışları sertifikalarla kanıtlama akımını ele alıyor.
Konunun belirlenme ve işlenme kısmı tesadüf gibi görünen ilginç dikkatlere
dayanıyor. -Hep yeni ve hep konforlu- arayışı içine giren insanın ödediği bedel
unutkanlık hastalığı, hafızasını yitirme olarak tespit ediliyor. Bunun yanı
sıra görmeyi dinlemekten daha kıymetli yere koyan insanın gördüğünü tüketme ama
dinlediğinden ibret çıkaramama handikapı da “Modern İnsan Gözleriyle Düşünür”
başlıklı söyleşiyle okuyucunun dikkatine sunuluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder