Çok bekledi bu yazı. Artık eskisi gibi toplum olarak huzurlu olduğumuz günlere gelene kadar yaşananlar tazeliğini yitirir diye yayınlamaya karar verdim. Yol arkadaşım İstanbul'daki sahaf fuarına gitmişti (sanırım ekim sonlarında), kahvaltı sofrasından kalkarken aklıma birden seyr-ü sefer eylemenin bize şifa olacağı geçti ve; keşiftur yolcusu kalmasın hadi hadi gidiyoruz!!! diye bağırdım. Anne karnından beri gezmeye alışkın çocuklarım hemen sırt çantalarını hazırlamaya koştular. Böyle geziler için birer çantaları var, içinde küçük bir not defteri, kalem, büyüteç, peçete, poşet bulunduruyoruz. Kahvaltı için pişirdiğim pankekleri ve biraz meyveyle bir termos çayı da benim sırt çantama koyduk.
Ben malesef aceleci biriyim ve hiçbir ortamda boş durmayı sevmem. Çocuklarımın ritmine uyum sağlayayım, rahat bırakayım özgürce gezsinler, gittikleri mekanda saatlerce oynamak isterseler de 'hadi' demeyeyim diye çantamda bir kitap ve bir örgü bulundururum. Kendimi oyalayacak oyuncakları :-) yanımda her gittiğim yere götürebilmek beni rahatlatır. Ve çocukları sık boğaz etmemek için önce kendimi rahatlatmam gerektiğini bunca yıllık annelik tecrübemde öğrenmiş bulunmaktayım. Mesela, fiziki/manevi bir ihtiyacımı karşılayamadıysam dikkatimi onlara veremem, gergin olurum.
Hazırlıklarımızı tamamladıktan sonra toplu taşımayla menzilimize vardık. Otobüsten merkezde indik ve tanıtım ofisinden ilçe haritası aldık. Çocuklarımın merakı görevlilerin hoşuna gitti ve ellerinden geldiğince ilgilendiler. Minik hediyeler verdiler. Bir parka oturup yürüyerek nereleri gezebileceğimizi kararlaştırdık.
Önceliğimiz Vize Kalesi'ydi. İlk ziyaretimizi şehrin tepesinden yapmak harikaydı. Panaromanın cazibesinden bir süre çıkamadık. Ufuk çizgisinin göze şifa olduğunu söyleyen ecdadımın ruhu şad olsun! Göze şifa, ruha şifa gönüle şifa... Yapay olan pek çok şeyden azade..
Gezdiğimiz yeri sahiplenmeyi, kendimizi oranın bir parçası hissetmeyi, taşa-toprağa dokunmayı, yaprakların sesini dinlemeyi seviyoruz. Yapabileceklerini hissettikleri her şeyi denemelerini destekliyorum onlar da sınırlarının farkına varmayı öğreniyorlar böylece..
Kendilerini tamamen özgür hissetmeleri için takip mesafesini uzatıyorum belli etmeden. Kendilerine has yerler bulup orada vakit geçirmek paha biçilmez oluyor.
|
ilk burayı denediler |
Kaleden arda kalan yukarıdaki bu üç yapı ve aşağıdaki fotoğrafta görülen bahçesinin görece dar alanda sanırım iki saat yaşadık.
Sırtımı yaşlı bir ağaca verip toprağa oturdum, termosumdaki çayı içerken ara ara kitap okudum çokça evlatlarımı seyrettim. Bizden sonra gelen aileler ve okul ziyaretçileri bizden çok önce ayrıldılar. Bir avuç bahçeyi turist gibi gezmek için 5 dk. yetti de arttı bile. Meyve ve kekleriyle taşların tepesinde piknik yapan bizim seyyahları gören ve oraya çıkmak için ciddi mücadele veren bir iki çocuk bu hıza direndi ve bir anda küçük bir alanda oyun kuruluverdi. Çünkü aslında hayat; NE KADAR YAVAŞ O KADAR ÇABUKTUR!(Momo'dan)
Biz kaledeyken bisiklet yarışçıları da geldi, tepeye çıkıp bayrağımızı açtılar. Biraz soluklanıp geri döndüler.
Bu caminin kiliseden çevrildiği hemen anlaşılıyor.
|
caminin bahçesinden. |
|
İşte tam burada bir efsane gizli. Camiyi ve çevresini bize gezdiren çocukların anlattıklarına göre; devrin kralının çok güzel bir kızı varmış. İki ülke arasında çıkan savaşta düşman ülkenin kralı bu kıza göz koymuş. Babacığı da kızına zarar vermemesi için kilisenin bu yan duvarında bir çukur kazdırmış ve kızı buraya saklamış. Duvarın yerle birleştiği yerdeki kapakvari yama göze çarpıyor zaten. İşte oradan kıza yemek ve su verirlermiş. Savaş bitince kızını oradan çıkarmak için geldiğinde zavallı kızı yılan soktuğunu ve kızının öldüğünü görmüş. Sonra da orayı kızına türbe yapmış. Çocukların anlattıklarına inanmayı seviyorum :-)
|